"aidiyet" etiketli yazılar:

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Sahilde çocuklar

Plajda veya havuzda çocuklar sürekli bağırır, cıyaklar, vıyaklar… Bazı çocuklar ise kendi kendilerine oynarlar.

🙂

Dikkatimi en çok çeken bağırışlar şunlar:

En fazla “anneeee” diye bağırıyorlar. Bazı çocuklar hemen her hareketini bildiriyor . “Anneeee, bak ayaklarıma deniz geldi”, “Anneeee bak iki kulaç yüzdüm”,  “Anneeeee, bak kumdan kale yaptım”,  “Anneeeee deniz kumdan kaleyi bozdu.”

  • Bu ülkede birine sövmeye başlarken neden anne’den başlandığını anladım galiba

😛

Sonra da “benim o” bağırışları var. Ne görürse “benim” diye bağıran çocuklar.

Nedense “Hayır, o senin değil” diyen anne-babalar azınlıkta. Çoğunlukla “birlikte oynarsınız” diyorlar. Diğer çocuk “Ama o benim” diye tutturuyor.  Kısır döngü…

  • “Benim işçim, benim köylüm, benim vatandaşım” söylemlerinin kökenini buldum galiba.

😛

Yabancı çocuklar daha az gürültü yapıyor, daha az bağırışıyor. Çok mu kötü yetiştiriliyorlar acaba?

Sizce neden?

🙂

24 Mayıs 2009 Pazar

Verdimse BEN verdim

Başlığa bakıp da siyasi bir şey yazdığımı düşünmeyin.

Carte d’Or’un bir çalışanının “aidiyet” duygusunu yazacağım aslında.

Kendi aidiyet duygum konusunda bir çok kere yazdım. Son yıllarda bana pek uğramadı. Bunun kişiden (benden) kaynaklandığı ortada… Ancak genelde, aidiyet duygusunun kurumdan kaynaklandığını ve kişilere sonradan bulaştığını düşünürüm.

Aşağıda kısa bir örnek var.

🙂

Dün Carte d’Or’un fabrikasını, bir çok yemek blogcusu ile birlikte ziyaret ettik.

Hemen hepsi aileleri ile birlikte gelmişti. Eşle ve çocuklar çoğunluktaydı.

“Dondurma fabrikasında olmak”… Çocuklar için muhteşem bir zaman… Hepsinin gözleri ışıl ışıldı… Biri dışında tüm çocukların söz dinlediğini söyleyebilirim. O biri… Olumsuzluk döneminin zirvesinde… Jandarıyor… Anne uğraşıyor, çabalıyor… Baba hiiiç aldırmıyor… Çocuğun olumsuzluğu öyle boyutta ki, “yol uzundu (2 saat), isterseniz biraz rahatlayalım” dendiğinde, hemen itiraz etti: “Hayırrr, rahatlamayalım

🙂

Fabrikayı gezmeden önce, Carte d’Or Marka Müdürü Sn. Canan Barut bize markayı tanıttı.

(Canan hanım ve ekibi ile 12 Nisan’da Carte d’Or’un kahvaltısında tanışmıştık. Kahvaltıdan sonra da interaktif mecralarda markaların yer alması konusunda Özgür Alaz ile birlikte Excel İletişim Danışmanlığı elemanları ve Carte d’Or Marka Yönetiminin çalışanlarıyla uzunca sohbet etmiştik)

Canan hanımdan sonra, fabrikanın mühendislerinden  Hakkı bey bize üretimin hemen her aşamasını anlattı.

Bahsedeceğim “aidiyet” hissini hemen her cümlesindeki tonlamalarda hissettim. “Avrupa’daki 2’inci büyük fabrika” derken, “ihracatı en yüksek olan” derken… Gurur somut bir şekilde seziliyordu.

“NATO askerleri için dondurma satın alacaklardı. Bir çok ülkede, bir çok fabrikayı denetlediler. Bizden almaya karar verdiler. Çok firma istedi ama NATO askerine dondurmayı BEN VERDİM” dedi. O cümledeki “ben verdim” derken elini göğsüne götürmesi, sesindeki vurgu…

Buraya dikkat… “Algida verdi” değil, “Ben verdim”… Elbette kendi aralarında konuşuyorken, “ben” değil “biz” diyorlardır. Hepsi dışarıdan gelen ziyaretçilere konuştuğu için “ben” demesi olağan… (Sakın ha “bencil” diye düşünmeyin.)

Bir insanın kurumuna bu derece sahip çıkması, ancak başarıların paylaşılması ile olur. Burada 2 önemli unsur var. Başarı ve paylaşmak.

Aksi takdirde, ne olduğunu da gördüm. Firması başarı elde etmiş. Ama onu anlatan yönetici, “Şu yarışmada birinci olduk” derken, “sabah servisi yakaladım” der gibi anlatır.

Bize fabrikayı gezdiren, oradayken yardımcı olan tüm Carte d’Or ve Algida personeline teşekkür ederim.

😀

Ekleme: Carte d’Or fabrika gezisi  konusundaki diğer yazılar

😛

03 Ocak 2009 Cumartesi

Aidiyet? Yenilik'e kadar

Konu inovasyon olduğunda, bireyselliğim galip gelir. (Bu noktada, kişisel sitemdeki SANDIKTAKİLER kısmında “Yaratıcı Profesyonellik” yazısını öneririm.) Şirket için en iyisini yapmaya çalışırım. Aidiyet duygumdan değil, bireyselliğimi destekleyen / oluşturan profesyonel ahlakım böyle gerektirdiği için.

İtiraf edeyim. Geçmişte benim de gururla (takım tutar gibi) “şura’lıyım” dediğim zamanlar oldu. Ama 15 yıldan beri “şimdi şurada çalışıyorum” diye yanıtlıyorum. Hiç bir şirkete ait olamadım.

İşe girerken, orada proje(ler) yapıp yapamayacağıma bakarım. Zorluğu ve karmaşıklığı ile beni cezbeden bir proje varsa, “benden başkası bunu kolayına beceremez” diye kendime söyleniyorsam, o işe EVET derim.

Ötesini söyleyeyim. Başarıyla kotardığım proje ve ürünlere bile aşık değilim. Ortaya çıkarır, başarıyla yönetirim. Sonra biri çıkar “ben daha iyi yaparım” der. (Bunlar mutlaka ortaya çıkar). Üst yönetim de aynı fikirdeyse hemen “ilgilisine” bırakırım.

Şu ana kadar, benden sonra “daha iyi” yapabilen çıkmadı. Her bilgiyi paylaştığım, kendime birşey saklamadığım halde… Bıraktığım noktada, pazar payı azalmaya başladı, proje ilerlemedi, üstüne anlamlı birşey eklenemedi, vb…

Şunu öğrendim: “ithal vizyon ile proje yönetilemez“.

“O senin bebeğindi, neden bu kadar çabuk bıraktın” diyenlerin dolduruşuna da gelmem… Hatta, gizli bir haz da duyarım. Artık, yeni bir bebek (proje) oluşturmanın zamanı gelmiştir.

Yaşasın inovasyon.

🙂