"cesaret" etiketli yazılar:

19 Ekim 2008 Pazar

Dışı seni yakar…

1930’lu yıllar. Asteğmenlerin kırmızı pelerinli üniformaları var. 1.90 boyunda yakışıklı asteğmen, kırmızı pelerinini afili şekilde savurarak Kadıköy meydanında yürüyor. Birini bekliyor. Bu sırada volta atıyor. Kendisine kıskançlıkla veya beğeniyle bakılmasının tadını çıkarıyor.

Sivil giyimli, kısa boylu bir adamın sertce baktığını görüyor. Daha da havaya giriyor. Uzun boyunu iyice göstererek voltaya devam ediyor.

Bu hava ile birkaç dakika daha yürüyor. Sonra o kısa boylu adam yanına gelip eline bir kağıt tutuşturuyor. Havalı asteğmen kağıda bakınca kıpkırmızı kesiliyor.

“Evladım, komutanını tanımayan, düşmanını hiç tanıyamaz”

Bu öyküyü 1970’li yıllarda, geçmişin havalı asteğmeninden bizzat dinledim. Sanayici idi. Ülkeye bazı ürünlerin fabrikasını ilk getirenlerden biriydi. Hala dimdik, hala enerjik idi.

Ne zaman ki birinin hiç derinliği yoktur, ama dış görüntüsü ile hava atar, merhum Lütfü beyin anlattığı bu anıyı düşünürüm.

13 Ekim 2008 Pazartesi

Soğanı ince doğra…

Kulaktan kulağa anlatıyorum. Bugünün ünlü tıp adamlarından birinden dinleyen bir dostum bana aktardı.

Ortaokul yıllarında babası ölmüş. Babasının ortak olduğu lokantadan gelen para azalmaya başlamış. Bizimki, ailenin en büyük erkek evladı… Okula ara vermiş, lokantada çalışmaya başlamış.

Sabah erkenden amcaoğlu ile beraber işe başlıyorlar. Kör karanlıkta alışverişi yapıyorlar. Sonra tüm sebzeleri tertemiz yıkıyorlar. Aşçı geliyor. “Şunları soyun, bunları doğrayın. Öyle değil, böyle kesin…” deyip duruyor. Sürekli olarak talimatlar yağıyor. Zaten garsonluğu da bizimkiler yapıyor.

Giderek “Her şeyi biz yapıyoruz!” demeye başlıyorlar. Her akşam eve geldiklerinde annelerine söyledikleri bu: “Her işi biz yapıyoruz!”

Bu durum, aşçının hasta olup gelemediği güne kadar sürüyor. O gün, “her şeyi biz yapıyoruz” diyen iki amcaoğlu, bir tek kap yemek bile çıkaramıyorlar.

O zaman anlıyorlar ki, patates soymak, soğan doğramak, havuç rendelemek aslında yemek yapmak anlamına gelmiyor.

İş hayatında da bütünü göremeyenler, “her şeyi ben yapıyorum” diyorlar. Fıkrası biliniyordur. “Siz de söyleyin” demiş doktor, “tıbben bir sakıncası yok”. Tıbben yok ama fikren var. Kendinizi kandırmayın.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Cehaletin cesareti

Galiba bir İran öyküsü… Adam orta yaşı çoktan geçmiş. Hanımını yıllar önce toprağa vermiş, çocuklar evlenip kendi hayatlarını yaşıyorlar. Tek başına kalmış köyünde… Geçim kaynağı ve tüm varlığı bir damızlık boğa… Boğasına gözü gibi bakıyor. Anadolu’da bazı yerlerde olduğu gibi, alt katta ahır var, üst katta kendisi kalıyor.

Bir kış günü… Ortalık ne zamandır kar altında… Adam günlerdir evde tek başına oturmaktan sıkılmış. Arkadaşları ile meyhaneye gitmiş.

Günlerdir kar altında yiyecek bulamayan bir aslan, açlıktan ötürü dağdan inmek zorunda kalmış. Ahıra girmiş ve boğayı yemiş. Karnını iyice doyurmuş. Dışarının soğuğuna çıkmak istememiş. Ahırda güzelce uzanmış. Karnı tok, biraz kestirmiş.

Akşamın ilerleyen saatlerinde, adam meyhaneden çakır keyif dönmüş. Her seferinde yaptığı gibi, önce ahıra girmiş. Zifiri karanlıkta boğa zannettiği aslanın sırtını sıvazlamış. “Aman sen iyi ol benim en değerli varlığım” demiş. Gitmiş yukarı kata, yatmış uyumuş.

Aslanın karnı zaten iyice tok. Hiç sesini çıkarmadan adamı izlemiş. Sonra kendi kendine söylenmiş: “Cehalet böyle bir şey işte… Burada benim olduğumu bilse, ne gelir okşar, ne de yukarıda yatar”

Ben de iş hayatında, kendi boyunu aşacağı baştan belli olan işlere “ben yaparım” diyerek atlayanları görünce bu öyküyü hatırlarım.

En iyi sonuç, yarın boğayı bulamamak; en kötü sonuç, aslanın sabah kahvaltısı olmaktır.