"kültür" etiketli yazılar:

25 Kasım 2023 Cumartesi

Bürokrasi ve Mesaj

Bu iletiyi, Doğan Dağdelen’in tweetinde gördüm.

İletişim Önemlidir

İş hayatım 44 sene önce başladı. E-posta diye bir şey yoktu. İş yazışmanın kağıtlara yazılması, karbon kopyanın (Cc’nin anlamı carbon copy demektir) 4-5 kağıttan daha sonrasında okunamaması nedeniyle doğru muhatapların özenle seçilmesi, yanlış yazınca yeniden yazmak zorunluğu, vb. dönemlerine şahit oldum. İç yazışmadan e-postaya dönüşmesini bizzat olay mahallinde izledim. (Aslında yukarıdaki kırmızı yazıları yazanla muhtemelen devre arkadaşıyız ama… )

Sayı sınırının kalkmasının iç yazışmalara yansımasını, herkesi Cc’ye koymanın dayanılmaz hafifliğini de gördüm. E-posta gönderirken, okuyacak kişilerin en hızlı ve açık biçimde anlaması için neler yapılması gerektiği konusunda ben de önerilerde bulundum. Yetmedi, ekip yönettiğim yıllara ait iç yazışma anılarımı [z] ve [y]  yayınladım

Gelişine “forward” yaparak kurumunu küçük düşüren, gelişine “reply” yaparak anlamsız konu başlıkları yazanlar için de uyarılar yayınladım. Yazılı iletişimi çok önemserim.

Yukarıdaki resmi gördüğümde ilk tepkimi tweet yorum olarak yazdım ama burada daha kuramsal ele almak istedim.

Araçların Amaca Dönüşmesi

Bürokrasi aslında Sanayi Devrimi‘nden sonra, büyüyen kurumların iyi yönetilmesi için Alman sosyolog Max Weber  (sosyolojiyi metodolojik olgunluğa eriştirmiş olmasıyla tanınır) tarafından ortaya atılmıştır. Bugün birçoğumuzun üniversite mezunu olmak zorunda kalması, hatta temel (inşaat, makine, elektrik) mühendislikler dışındaki mühendislikler ve yönetim bilimleri de sanayi devrimi sonrasında kurumların ihtiyaçlarındaki değişimin sonucudur.

Max Weber’in amaçları iyi olabilir. Ne var ki, kavramsal düşünce düzeyinde yetişmemiş kişilerin en kötü huyları, araçları amaç zannetmeleridir. Büyüyen kurumların iyi yönetilmesi için ortaya atılan araçları amaç haline [1] , [2] getirmişlerdir. Bir de buna, sanayi devrimi öncesinin feodal kafa yapısı eklenmişse… Yukarıdaki kırmızı yazıları yayınlayan düşünce yapısı ortaya çıkmıştır.

Maddeler halinde ele alalım. Kırmızı yazıları özetleyerek tekrarlayacağım. Kendi yorumlarımı mavi ve eğik yazılarla anlatacağım.

Mail adresleri hiyerarşik olarak yukarıdan aşağıya doğru yazılmalı → Bence “Bir mesajı aldığım zaman, ne konuda ve ben ne yapabilirim diye bakmam. Acaba beni hiyerarşide nerede görüyor diye bakarım. Doğru yerde değilsem kızarım. Yaşasın feodal geçmişimiz.” demek istemiş.

Konuyu oluşturan kelimelerin ilk harfi büyük olmalı Cümleler büyük harfle başlar. Onun dışında,her kelimenin büyük harfle başlamasını isterim, romanlarda bölüm başlıkları o şekilde… Yaşasın şekilcilik” demek istemiş.

Kısaltma kullanılmamalı, acil ve !!!  yazmamalı → Bence “Konunun ne olduğu pek önemli değil. Kısaltma kullanmış mı ona bakarım. Gelen onlarca mesaj içinden fark edilmesi için acil ibaresi koymuşsa özellikle ilgilenmem. Dahili yazışma kurallarını öğrensin. Yarın, “çok mesaj vardı, hangisinin acil olduğunu nereden bileyim” diyeceğim. Böyle acil!!! yazarak benim bahanelerimi ortadan kaldırmak istemiş. Kim oluyor bu çömez” demek istemiş.

Kurum dışı mailleşmelerde “merhaba” gibi selamlaşma kelimeleri kullanılmamalı → Kısmen katılabilirim. Daha önce hiç tanışmamışsa ve iletişim kurulmamışsa “Sayın Lütfi (ve soyadı)” yazılabilir. Kurum içi bir yazışma ise, aşağıdaki ve yukarıdaki mavi yazılar geçerli. 

Kendi Unvanına Tapmak

Mail atılan kişi makam sahibiyse isme değil makama hitap edilmeli → Bence “Koskoca Genel Müdür Yardımcısı (veya Bölüm Başkanı veya Müdür veya Bekçibaşı) oldum ben… Her mesajda makamımı görmek isterim. “Sayın Genel Müdür Yardımcımız” diye görünce içim bir hoş oluyor. Öyle yazmalılar ki, onlar da her mesajda hatırlasınlar” demek istiyor. 

  • Bazı öğretim üyelerinde de bu kompleks vardır. Bankanın çağrı merkezine “Kızım, oraya yaz. Uğur Bey diye aramayacaksın. Profesör Uğur Özmen diyeceksin” diye bağıranı da gördüm. (Gerçek ismi kullanmak yerine kendi adımı kullandım.)
  • Böyle kişiler, mesleğini sorduğumuzda “Genel Müdür Yardımcısı(veya Bölüm Başkanı veya Müdür) derler. “Bu mesleğiniz değil unvanınızdır. Mühendis, ekonomist veya forklift operatörü derseniz, mesleğinizi söylemiş olursunuz” diye anlatmaya çalışırım. Çoğunlukla anlatamam.
  • Unvan odaklı olanlar konusunda diğer yazılar [a] ve [b] ve [c] ve [d] . Bence okuyun, eğlenirsiniz.
  • Bankada Teftiş Kurulu üyesinin imza yerini cetvelle ölçüp, “Genelgede 4 cm yazıyordu. 5 cm yapmış” diye rapor verdiğini biliyorum.
  • Kırmızı yazılarla uyarı yapan kişi o kadar fazla makam kullanmış ki, aklın nereye takıldığı anlaşılabilir.

bey” değil “Bey” yazılmalı, “;” değil “,” kullanılmalı → Doğrudur. Açıkçası, neden Bey değil de bey yazdı diye düşünmem bile. Bunu dile getirmeye de utanırım.

Mailin gövde kısmı neden mail atıldığını ve yapılan işin ne olduğunu içermeli → Doğrudur. Zaten mesajı gönderen de bunu, en kısa ve özlü biçimde yapmış. 

Ekli maillerde “doküman ektedir” şekilde yazılmamalı; “doküman ekte bilgilerinize sunulmuştur” şeklinde yazılabilir → Bence yine “Ben senden üst seviyedeyim. Bunu sürekli hatırlaman gerekir” demek istiyor. Feodal düşünce yapısı şekilciliğinin zirve noktalarından biri.

Maillerin sonu “Selamlar” şeklinde bitirilmemeli. Gönderilen üst makam ise “arz ederim”, alt makam ise “rica ederim” kullanılmalı. Hem üst, hem alt makam sahipleri varsa “bilgilerinize sunarım” şeklinde sonlandırılabilir → Evet, bazıları buna fena halde takıyor. Ben de genç arkadaşları “Aman dikkat edin. Sadece mesajın sonundaki iki kelimeye taktığı için, size eziyet çektirmek isteyen amirler olabilir” diye uyarıyorum.

Şahsen ben, mesajın konusuyla ilgisiz olan saygı ve sevgi kelimeleri yerine doğrudan konunun aktarılmasını tercih ederim. İş hayatı, özellikle mesai saatlerinde hal-hatır, kahve sohbeti yeri değildir. Rahat bırakın da işimizi yapalım. Sonra geyik sohbeti yaparız.

😉

Kırmızı yazılara bakıp, biraz da ben dil polisliği yapayım:

  • mail adresi değil e-posta adresi,
  • mailleşme değil iletişim,
  • mail atılan değil e-posta gönderilen,
  • mailin gövde kısmı ve neden mailin atıldığı değil mesajın gövde kısmı ve neden mesaj gönderildiği,
  • maillerin sonu değil mesajların sonu.

Bence, sadece bu karşılaştırma bile kırmızı yazıları yazan kişinin, doğrusunu göstermekten çok unvan pohpohlaması yapılması istediğini gösteriyor.

Bildiğiniz gibi uzun süredir yetenek yönetimi konusunu gündeme getiriyorum. Birçok kurumun, daha özlük işleri düzeyinde olduğunu, personel veya insan kaynakları düzeyine gelemediğini, yetenek yönetimini ise rüyasında bile göremeyeceğini iddia ediyorum.

Sizce, yöneticilerin bu kırmızı uyarıyı yazdıkları kurumlarda yetenekler barınır mı?

.

16 Şubat 2021 Salı

Okulu Özledim

Çoğunluğumuzun evden çalışmak zorunda olduğu bu dönemde, Mart ortasından beri biz de derslerimizi uzaktan veriyoruz. Açıkçası, uzaktan ders vermeye alışmak hiç zor olmadı. Bu işin ÖĞRETİM tarafı. İşin EĞİTİM tarafına gelince… orada aksamalar oluyor.

Bir üniversite sadece ders saatleri içinde bir araya gelinen bir mekan değil, bir yaşam ortamı. Ben de dersten iki – iki buçuk saat önce okulda oluyordum. O sırada dersi olmayan MBA katılımcısı arkadaşlarla sohbet ediyorduk. Konu çoğunlukla ders değil, ama iş hayatında olup bitenler veya güncel olaylardı. Bazen eşleri, sevgilileri de sohbete dahil oluyorlardı. Böylece, paylaştıkça çoğalan bilgi ve ilgi kümeleri oluşturuyorduk. Bu sohbetler, çoğunlukla orada kalmıyor. Arkadaşların mezuniyetinden sonra da devam ediyor. CRM veya Dijital Dönüşüm konularıyla ilgili bir şey yaşadıklarında, e-posta ile haber veriyorlar. Fikir alışverişi devam ediyor.

Kullandığım resim bir EspressoLab reklamı gibi oldu, farkındayım. Ne var ki, hem resim üzerinde oynamak istemedim, hem de sohbetlerimizi yaptığımız sıra ve masaların sahibini de onurlandırmak gerektiğini düşündüm.

Açıkçası, okullar yeniden açıldığında evden ders verme olanağı tanısalar da, sıkça okula gideceğim. O sohbetleri özlediğim, üniversitenin aslında derslerden çok o birliktelik ortamı olduğuna inandığım için.

Okul, sadece o binalardan ve dersliklerden oluşmuyor. Yürürken karşılaştıklarımızdan, selamlaştıklarımızdan, laf attıklarımızdan, tartıştıklarımızdan, sohbetlerimizden… sadece insanlardan da değil kavramlardan, öğretilerden, bakış açılarından, sohbetlerden, vizyonlardan… çeşitli etkinliklerden, mimari öğrencilerinin bahçede sergilenen çalışmalarından,

mezuniyet törenlerinden, spor karşılaşmalarından, öğrenci kulüplerinden… Okul bir kültürden oluşuyor ve uzaktan eğitimde eksik olan da birlikteliğin oluşturduğu kültür. Bu nedenle her vesileyle vurguluyorum: OKULU ÖZLEDİM.

🙁

30 Aralık 2018 Pazar

People Make The Brand – 2018

Bir ay önce, 30 Kasım günü People Make The Brand etkinliği vardı.

  • Sonraki günler çok yoğun geçti. Blog yazısını etkinliğin hemen arkasından yazamadım. Etkinlik konusunda henüz bilgilerim tazeyken yazamayınca, maalesef yazdığım notların arasını dolduracak anılar da hafızadan gidiveriyor. 🙁 Bıraktığı tat aklımda kalsa da, cümlelerin arasını tamamlayacak kavramlar, ancak bir başkasını (veya yine o sırada sahnede olanları, başka bir etkinlikte) dinlerken bir anda ortaya çıkacak.

O güne kadar beklemek istemedim. Birbirinden kopuk olsa da, not aldığım cümleleri yayınlamaya karar verdim. Belki zamanla, aralarını doldurur, kavramsal akışı elde ederim. En kötü ihtimalle, bir anı defteri olarak kalır.

😉

Gelelim aldığım notlara:

Konferansın konusu KÜLTÜR idi.

Edgar Schein’in “Kültür stratejiyi kahvaltıda yer” cümlesi tartışıldı.

  • Bir konuşmacı, “kültür stratejiyi yemek diye yer” şeklinde söyledi. Bence burada “kahvaltıda yer” sözünün anlamı, “daha güne başlarken” demektir. Yani vurgulanan kısmı yemek değil, “sabahın ilk saatleri” kısacası ZAMAN boyutudur.

People Make The Brand’in yaratıcısı ve küratörü Evrim Kuran, açılış konuşmasında “Bir işi nasıl yaptığın, her işi nasıl yaptığını anlatır” dedi.

  • Bu cümleyi iyi anlamak gerek. Özellikle Gates, Zuckerberg, vb. gibi isimlere öykünerek okulunu bırakmak isteyenlere ve “okulda aldığın dereceler hiç önemli değildir” diyenlere ufak bir hatırlatma notu burada dursun.

Etkinliğin moderatörü Serdar Turan, her seferinde birkaç dakikalık aralarda yaptığı konuşmalarla bilgimi arttırmaya devam etti.

  • Daha önce de yazmıştım. Serdar Turan, etkinliklerde örnek alınacak bir moderatörlük yapar.

Kültür stratejiyi kahvaltıda yer” sözü artık herkesin ağzında olan Edgar Schein’in Organizasyonel Kültürün 3 Seviyesi’nden bahsedildi. “Soğan modeli” diye bilinen bu modeli şöyle tanımlayabiliriz.

Birinci düzey (yukarıda “Artifacts” diye geçiyor) organizasyonun görünen yüzü: logosu, mimarisi, yapısı, müşterinin gördüğü süreçleri, kurumsal giysisi. Bunlar sadece çalışanların değil, dışarıdakilerin de gördükleri şeylerdir. (Serdar Turgut, burada “Buzdağının görünen kısmı… klişesini söylemeden sunum olmaz” esprisini yaptı.)

İkinci düzey (yukarıda “Values” diye geçiyor), standartlar, değerler ve uyulması zorunlu kuralları kapsıyor. Yöneticilerin davranışları ve varsayımları, kurumun temel varsayımlarına uymayınca sorun çıkıyor.

Üçüncü düzey (yukarıda “Assumptions” diye geçiyor) yazılı olmasa bile kurumdakilerin neredeyse dokunabileceği kadar somut olarak hissettikleri kural ve varsayımlar.

🙂

Sonra Hofstede’in “Kültürel Boyutlar” kavramı anlatıldı.

Yukarıdan aşağıya:

  • Güçlü olanı seven – Eşitlikçi
  • Risk istemez – Risk alır
  • Bireyci – Kolektivist
  • Güç ve başarı ile motive olan – Mutluluk ve huzuru tercih eden
  • Geleneksel ve kısa vadeli beklentiler – Geleceğe yatırım yapar ve uzun vadeli düşünür
  • Bizim mahalleden olmayanı kabul etmeme – Herkes özgür olmalı

Türkiye sonuçları ilginç gelebilir. Gençler “mutluluk ve huzur” diyorlar; ancak yılmazlıkları (dayanıklı olmaları – “resilience“) çok az. Kendinden olmayanı kabul etme, zaman zaman artsa da genelde az.

Evrim Kuran “İlham veren amaç giderek daha çekici olmaya başladı. Amaç ve araç ayırt edilmezse, “robotlar işimizi elimizden alır mı?” diye konuşuruz” diye noktayı koydu.

🙂

Arada başka konuşmalar oldu ama, beni etkileyen konuşmacılardan notlar aktaracağım.

  • Notlarıma sonradan bakınca arasını tamamlayamadığım noktalar var. Kavramlar birbirin izlmiyorsa, benim tembelliğim nedeniyledir.

Akan Abdula

İnsanı değil, algoritmayı ikna etmek zorunda kalacağız.

Kapitalizm öngörülebilirliği sever. Sizi öngörmeye değil, yöneterek zaten öngörülebilir olmaya itiyor.

  • Aradaki ayrım, veri kullanımını ve Cambridge Analytica’yı ne güzel anlatıyor.

Hepimiz yankı odasındayız. Kendi sesimizi veya bizimle aynı düşüncede olanları duyuyoruz, başkalarını dinlemiyoruz. Bir süre sonra “hiper-normalleşme” oluyor. “Ben normalim. Diğerleri kötü, bölücü..”. gibi gelmeye başlıyor.

Bu küresel bir davranış biçimi. Herkese göre tek normal kendileri. Haz / Hız / His… Bu 3 cephede de savaşı kaybediyorlar.

Akan Abdula, “Hollanda Açlık Kışı” (Dutch Hunger Winter) ı anlattı.

Kasım 1944 – Mayıs 1945 arasında, Batı Avrupa’da Alman işgali henüz sürerken korkunç bir kış oluyor. Almanlar, Hollanda’ya gıda girişini engelliyor. İnsanlar çimenleri, laleleri, hatta ev eşyalarını yiyerek hayatta kalmaya alışıyor. Mayıs 1945’de gıda ulaşımı sağlanana kadar 20 bin kişi ölüyor.

O sırada anne karnında olanlar (sonradan okuduğuma göre, özellikle hamileliğin ilk 3 ayında açlığa maruz kalan annelerin bebekleri), 30 sene sonra obez oluyor. İlginç olanı, genlerde değişiklik olması ve onların çocuklarının da obez olması.

Hangi segment büyüyor diye bakmak gerek. Evlerinde her şey yeni, hikayesi yok, adam zaten kendi evine ait değil. Her an kaçabilir. 

ABD’de çok iyi öğrenciler (notları 4.00 üzerinden 4.00 olanlar) üniversiteye başvuruyor, görüşmelere çağırılıyorlar. Harvard, Stanford, Yale, MIT gibi okulların dekanları zamanla şunu farkediyor. Bu çocuklar hem zeki, hem de çalışkan. Her dekanın beklentisi birbirinden farklı olsa da, çocuklar tam istenildiği gibi görünmeyi beceriyorlar. Bunun üzerine dekanlar, CV’lerdeki ince detaylar (spor, koleksiyon, vb.) üzerine giderek – hatta zorlayarak – gerçekten nasıl kişilikleri olduğunu  anlamaya çalışıyorlar.

Evrim Hizaler

Olağan şeyleri olağanüstü iyi yapın

Faruk Eczacıbaşı

Artık başka çaresi yok. Herkes Deli Emin olmak zorunda.

  • Faruk Eczacıbaşı, Teknososyolog Zeynep Tüfekçi ile tanışmasını anlattı. Aynı zamanlarda (2011 yılı) ben de teknoloji kökenli kurumların veri işleme becerilerinin tehlikesine dikkat çekmeye çalışıyordum. “Endişem odur ki biz, gerçekleri anlamak için ısrarcı olmazsak gelecekte bizi yönetenleri Facebook, Google, Amazon seçecek. Bizim için en iyisinin onlar olduğuna inanacağız. Kendi seçimimiz sanarak…” diyordum.

  • Faruk Eczacıbaşı’nın yazdığı “Daha Yeni Başlıyor” kitabı tüm konuklara verildi. Yıllardır çevreme aktarmaya çalıştığım endişelerimi, benzer dönemlerde Faruk Eczacıbaşı da yaşamış. Bir yansıma görünce çok sevindim.

Internet’in bize bırakacağı etkiye hazır mıyız?

Farklı davranışlar gerektiriyor. Disruption sigortaları söküyor. Yerine yenilerini koymak gerekli.Size gelen bilgi sizi aşırı uçlara itiyor.

Yeni hukuk modeline, yeni politika modeline ihtiyacımız var.

Sonuç odaklılık ile çözüm odaklılık aynı şey değil. İnsanlar, çözüm aramadıkları için kötümser. Çözüm arayışının ortağı olma çabası zaten iyimser yapar.

Richard Mosley

Evet bugün defalarca yenildin. Ama her seferinde geri kalktın. Bu nedenle takdiri hak ediyorsun.

Bazen muhalefet etme zorunluğu vardır. Bir arkadaşınızın, müşterinizin, ortağınızın veya dostunuzun yanlış yaptığını biliyorsanız, olumsuz görünmeyi göze alıp uhalefet etmelisiniz.

Erin Willet

Önce kendinize dürüst olun. Hatalarınızı kabul edin. Sonra başkasından istemeye hakkınız olsun.

Serdar Kuzuloğlu

Gömlekte ilik uymuyor. Bir kere yanlış iliklenince hep yanlış gidiyor. Hiç birimiz bundan utanç duymuyor.

Sürekli bir dönüşüm güzellemesi yapılıyor. Oysa, çürüme de bir dönüşümdür. Mutlu masallar peşinde koşuyoruz.

İlk görgü kitabı, hani şu öğrenci değişim programlarına adı verilen Erasmus tarafından 1530 yılında yazılmış. Hayatta kalmamızın bir parçası olan beslenme konusunda bir sürü kural geliştirilmiş.

Öleceğini bilen tek canlı insan. Dolayısıyla, teknolojiyi geliştiren ve gelecek planı yapan tek canlı da insan.

Silikon vadisinde birkaç bin kişi global standartları belirliyor. “Kaç saniye haset duyacağımıza” bile onlar karar veriyor. Bunu yapanlar mühendis. Beşeri bilimlerden habersiz.

Aç kalmamak için ürettiğimiz teknoloji sayesinde daha çok para, daha çok hırs, daha çok verim için çalışıyoruz. Teknolojiden en nasiplenmesi gereken toplumlar en az nasipleniyor.

Öndeki gemi, Kristof Kolomb’un İspanya’dan Amerika’ya gittiği gemi. Arkadaki gemi ise, aynı yıllarda Çinlilerin okyanusta ticaret yaptığı yüzlerce gemilerden biri. Oranları aynı.(Demek ki o yıllarda Çin’de yapılan gemiler, uzunluk ve genişlik olarak Avrupa’nın 3 katından fazlaymış)

Kültür bu gemiyi tasarlamak ve yapmaktır. Araçlarımız teknoloji değildir.

😉

Serdar Kuzuloğlu’nun (ve diğer konuşmacıların) anlattıklarını tam olarak yansıtamamış olabilirim. Ancak en son anlattığı konuda, ben de yıllardır bir şeyler söylemeye çalışıyorum.

Enerji kaynağı değişince (at yerine petrol ile çalışan araba veya buhar yerine elektrik ile çalışan motor) sanayi devrimi olmadığını, bu değişimin olanakları kullanılmaya başlandığında ilerleme yapıldığını yazılarımda ve derslerimde anlatmaya çalışıyorum.

Bozucu yaratıcılık” denilen kavramın bir kültür olduğunu söylüyorum.

🙂

People Make The Brand, her sene mutlaka katılmak istediğim etkinliklerden biridir. Size de öneririm.

.