"seyahat" etiketli yazılar:

08 Ağustos 2012 Çarşamba

İkincisi indirimli ama…

6 Ağustos 2012’de pizza örneğinden yola çıkarak İkincisi indirimli diye yazmıştım.

Eve servis maliyetinin pizzanın  imalat maliyetinden fazla olması nedeniyle indirimler, hatta bedava teklifleri yapılıyor.

🙂

Pizza dışında bu yaklaşımın pek fazla olmadığını; yine eve servis maliyetinin hammadde maliyetinden yüksek olduğu su dağıtımında ise, benzer bir uygulamayı göremediğimizi, danışman arkadaşımın ağzından anlattım.

😉

Bugün başka bir sektördeki ikincisi indirimli uygulamasını tartışmaya açmak istiyorum. Şehirlerarası taşımacılık.

İstanbul’da geçen yıllarım nedeniyle araba kullanmaktan soğudum. 2 saatin üzerindeki yolculuklarda araba kullanmamayı tercih ediyorum. Uçakla gidemeyeceğim yerlere otobüsle gidiyorum. Eğer aile bireyleri ile yolculuk yapmıyorsam yanımdaki koltuğu da satın alıyorum.

Bir otobüs yazıhanesinde şu afişi gördüm.

Uygulamayı çok beğendim. “Tam bana göre” diyebileceğim bir şey.

Paylaştığım arkadaşlarımın bir kısmı “Demek ki yeterince yolcuları yokmuş” diye yorumladı.

Oysa benim gözümde, tıpkı pizza / su olgusundaki gibi, fırsatların ve maliyetlerin ayrıntılı incelenmesinin sonucu hayata geçirilmiş bir uygulama idi.

  • Benim gibi yolcuların tercih etmesinin sağlanması (Bu tercihi yapan yolcuların genelde çok bagajı olmayacağını da varsayıyorum)
  • Birim yeni yolcu kazanım maliyeti,
  • Bu tercihi yapabilecek yolcuların oranı,
  • Artan yük ile artan yakıt gideri

gibi unsurlar dikkate alınarak verilmiş bir karar olduğunu düşünmüştüm.

Arkadaşlarımla konuştuktan sonra, kafamda 2 ayrı sorgulama çarpıştı:

  1. Kendi işimizde de pazarlama süreçlerindeki maliyet kalemlerini bilmeliyiz.  Özendirici fiyatlamayı böylelikle daha iyi yaparız.
  2. Pizza deyince hepimiz anlıyoruz ama neden diğer sektörlerde ikincisi indirimli‘yi uygulayamıyoruz.

😉

 

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Gezi anıları 1

27 Haziran – 3 Temmuz haftasını anlattığım yazıda belirtmiştim. 2 Temmuz 2011 Cumartesi günü ODTÜ İşletmecilik‘ten mezun oluşumuzun 30′uncu yılı madalyamızı aldık. Pazar günü Ankara’dan İstanbul’a döndük.

4 Temmuz Pazartesi sabahı da 14 günlük Balkan turu için yola çıktık.

Geziyi uzun uzadıya yazmayacağım. Aklımda kalan bazı anıları, destekleyici resimlerle aktarmaya çalışacağım. Üstelik çoğunlukla tarih sırası da izlemeyecek. Bir oradan, bir buradan…

Bugün başlıyorum.

😉

Hırvatistan‘ın ulusal reklam sloganı “Bir zamanların Akdeniz’i gibi” (Croatia – Mediterranean as it once was).

  • Tercüme pek başarılı olmayabilir. Her güzel reklam cümlesi gibi, söylendiği dilde daha anlamlı.

Hvar adası, 35 sene önce, uyku tulumumu sırt çantasına koyduğum, otostop’la yola çıkıp çadırlarda kaldığım, şehrin içinden denize girdiğim günlerin Bodrum’u gibiydi.

Otelin penceresinden gördüğümüz manzaralar…

ve…

Hvar’da, yat limanının hemen yanında tertemiz denize giriliyordu. Plajlar, şehrin içindeydi. Yakın koylarda ve Hvar adasının yavru adası Klement’de de birçok plaj vardı. (Bazılarını anlatacağım.)

😉

O yıllarda Bodrum’a, “Türklerin pasaportsuz gidebildiği tek ülke” denilirdi. Görmemişliğin mekanı olmamıştı. Kimse kimseye karışmazdı. Bir meydanda, Zeki Müren’i dinlemiştim. O içki masasında dostları ile şakalaşıpşarkılar söylüyordu. Biz de yere, duvara, nereye olursa oturmuş sohbeti dinliyorduk.

Şehrin içinden, mendirekten, Tersane koyu‘ndan denize girilirdi. (Halikarnas Cafe’nin hemen arkasındaki koy. Orada gulet yaparlardı.)  Çadırımızı Tersane koyu’na kurmuştuk. Çalılar arasından yokuş yukarı çıkardık. Son gittiğimde baktım. Değil sahilinde gulet yapacak, yukarılarında çadır kurup önünde ateş yakacak; yürüyecek yer bile kalmamış.

😉

Hvar‘a Cuma gecesi ulaştık. Şehir gümgür gümbür yaşıyordu. Ertesi sabah bir tekne kiralayıp koyları gezdik. Klement adasına gittik. Adam başı 20 Euro verip balık, karides, kalamar, salata ve bira ile tıka basa da doyduk.

Adeta, 35 yıl öncesinin Bodrum’u… Diyorlar ya… “Bir zamanların Akdeniz’i gibi”

😉

22 Haziran 2011 Çarşamba

Taş yerinde mi ağırdır?

Bozcaada‘da güneş batışına keyifle eşlik etmek istedim.

Beyaz peynir, kavun ve duble… Salataya biraz daha zeytinyağı koydurup ekmek de banacaktım. Garsona “zeytinyağı getirmesini” söyledim. O salatayı masadan alıp içeride koymayı önerdi. “Yağı masaya getir, ben istediğim kadar koyayım” dedim. “Küçük şişede değil, tenekede…” dedi. Mecburen razı geldim.

Ağzına kadar ayçiçek yağı ile dolmuş bir salata geldi masaya…

🙁

Daha önce anlamalıydım aslında. Gözleme istediğimde, “Mevsimi geçti” diyen garsonu duyar duymaz kaçmalıydım. “Unun, suyun, hamurun ve peynirin mevsimi mi varmış?” diye sormak yerine…

😉

Karadeniz seyahatine çıktım. Bir lokantada “Karadeniz Pidesi ve Kebap” vardı. Gitmişken yerinde tadına bakmayı düşündüm. Kapalı pide istedim.

Pidenin içine Urfa kebabını içine koymuşlar, üstüne de kaşar peyniri serip üstünü kapamışlar.

4 günlük yolculuk boyunca, Karadeniz pidesi yapan (“satan” demiyorum, “yapan” diyorum)  bir yer bile bulamadık.

🙁

Niye mi yazdım? Sadi Tekin friendfeed’de “meshur izmir lokmasini izmir’de yemek isterim ben misal, bozcaada’da degil. burda adaya ozgu bisiler isterim” diye yazmış.

Yöresel tatlarını koruyan mı varmış.

Demem o ki, “Fena şaşırırsın Sadi. Herşeyin en iyisi İstanbul’da… Maalesef.”

🙁