"stajyer" etiketli yazılar:

14 Kasım 2023 Salı

MarCom ≠ Marketing

Önce şu noktada anlaşalım. “Pazarlama sadece pazarlamacılara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir

Pazarlama kariyerimin başlarında bu cümleyi duyduğumda “Bana, yetersizsin demek mi istiyor?” diye alınırdım. Cümlenin önemini zamanla çok iyi anladım.

🙂

Bazı patronlar da bu cümleyi söyler. Elbette, bu cümleyi ilk söyleyenin ifade etmek istediği anlamda değil 🙂 pazarlamayı kendileri yapmak için… Ve sonra her önüne gelene bir şeyler emreder.

Patrona bağımlı (dikkat: “Patrona bağlı” demiyorum, “bağımlı” diyorum)  pazarlama çabalarının yanlış olduğunu gösteren onlarca örneği gördüm. Hatta maalesef, bazılarını bizzat yaşadım.

ve benzerleri defalarca bu blog’a konuk oldular.

Pazarlamayı sadece reklamdan ibaret zanneden patron veya kurumlar, reklam ajanslarında çalışmış kişileri Pazarlama Yöneticisi yaparlar. Bu yazının asıl konusu defalarca konuk ettiğimiz patronlar değil, ajans kökenli pazarlama yöneticileri.

😉

Koleksiyonumdan 3 Ocak 2018 tarihli Özgür Poyrazoğlu’nun iletisi bu yazının görselini oluşturdu.

Aslında bu görsel Sodamedya’nın bir duyurusu:

Bu bir dram değildir de nedir?

Yerli ve yabancı pek çok markanın dijital varlıklarını yöneten Sodamedya Digital için, müşteri tarafına geçen arkadaşımızın yerine (ve karşısına) bir marka temsilcisi arıyoruz.

😉

Bizim ajansımızda çalışırsanız, çabucak müşteri tarafına geçersiniz” mesajını vermesi güzel ama… İşte beni o AMA ilgilendiriyor. Reklam ajansı kökenli olup müşteri tarafına geçenler… 40 yılı aşan iş hayatımda onlarcasını gördüm. Tecrübelerini iyi kullanan, her iki tarafı da güzel değerlendiren ve yönettiği markayı başarıdan başarıya koşturanlara şahit oldum. Onlar maalesef oldukça azınlıktaydı. Onlara hep saygı duydum.

Çoğunluk ise… Ustalarından öğrendikleri  iyi reklam = ajansı ihya edecek bütçe düşünce biçimini her gittikleri yerde yansıtıyorlardı. Ajansta çalıştıkları sırada müşteriye bütçesi kadar değer vermeyi öğrenmişlerse, ellerindeki bütçeyi en etkin şekilde kullanmaya odaklanmak yerine hep “daha çok bütçe” istemekle zaman geçiriyorlardı. (Patronların ucuzcu davranışının yansıması olduğunu da kabul etmek gerekir.)

Müşteri tarafına geçer geçmez, ajans çalışanlarına köle muamelesi yapanları saymıyorum bile…

😉

Kurumsal İletişim Ustası arkadaşımla sohbet ediyorduk. Ajans kökenli bir çömezini anlattı.

– Kredi kartlarının rengini değiştirelim. Yıllardır aynı renkler. Kullanıcılar sıkıldı artık” demiş çömez.
– Kartın rengi değiştirildiğinde daha çok kullanacaklarına dair bir araştırma var mı?” diye sormuş arkadaşım.
– Öyle demeyin ama……
– Milyonlarca kartın değiştirilmesinin maliyetini hesaplandın mı?
– …
– Bir öneriyle gelecekseniz verilerle desteklenen ve maliyet analizi yapılmış şekilde gelin.

Eleman küstü. Sonra da işten ayrıldı” diye anlattı.

Ajansta çalışırken veri, modelleme ve anlamlandırma ile işleri olmamışsa (ki zaten ajans patronu da bilmiyor), verinin bugünün pazarlamasındaki yerini  [1] , [2] , [3] , [4] , [5] , [6] , [7] , [8]  kesinlikle anlamıyorlardı. Müşteri deyince akıllarına, bilgi değerini yıllar önce kaybetmiş olan SES (sosyo ekonomik statü) veya ajansın persona tanımı geliyordu ve bire bir pazarlamanın veya kişiselleştirilmiş iletişimin uzağından bile geçmiyorlardı.

🙁

Bunlardan bir kaçıyla toplantı yaptık. Toplantıdan çıkınca 20 yılı aşkın süre boyunca, 3 ayrı kurumda birlikte çalıştığım Kurumsal İletişim Ustası arkadaşıma mesaj gönderdim:

Danışmanlık projelerim sırasında birçok kurumsal iletişim bişeysi (direktörü, müdürü, uzmanı, elemanı, şefi, vb…) ile muhatap oluyorum.
Her seferinde seni şükranla anıyorum.
Pazarlama hayatımı ne kadar kolaylaştırdın. Gerçekten defalarca teşekkür ederim.

🙂

Ajans çalışanı gençlere naçizane bir önerilerim var:

Dünya artık, dijital iletişim teknolojileri sayesinde reklam kelimesini kullanmıyor. Kişiselleştirilmiş, hatta hiper-kişiselleştirilmiş iletişimden bahsediliyor. Yaratıcılık ancak veri ve teknolojiyle birleştiğinde başarılı oluyor.

Güneşe Basmak kitabında denildiği gibi “Yaşanabilecek en güzel zamanlar, çünkü neredeyse bildiğini sandığın her şey yanlış“. Yılların deneyimli reklamcıları değişen iletişimi anlamayabilirler. Gençler, bu fırsatı iyi kullanın.

.

23 Ekim 2009 Cuma

Young Guns (ek)

Bir reklamı izlediğinde “ben çok daha iyisini yaparım” diyorsan, işte sana sözünü kanıtlama fırsatı.

Yaratıcı olduğunu düşünen her 3 – 5 öğrencinin bir araya geldiklerinde ortak hayali “Bir şirket kuralım. Millete gösterelim reklam nasıl olurmuş”. Bu hayalin gerçek olmasına ne dersin. Üstelik de en iyilerin bir araya geldiği bir ajans ortamında…

Stajyer değil, “yeni nesil pazarlama insanı” arıyoruz.

😀

Burada şunlar YOK:

  • şunun fotokopisini çek de getir,
  • biz gençken… çantamı taşı,
  • “usta”nın yanında sığıntı bir yer,
  • toplantıda yanımda dur da bir şey öğren bari,
  • bana kebap söyle… kendine de birşeyler ısmarlarsın,
  • sen konuşma, sadece müşterinin tüm söylediklerini not almaya çalış…

Şunlar VAR:

  • diğer Young Guns seçilenleri ile paylaştığın ortak çalışma alanı,
  • hayallerini gerçekleştirme fırsatı,
  • kartvizit,
  • düşen şapka, görünen perçem,
  • sürekli eğitim,
  • istersen fikir danışacağın tecrübeliler,
  • kendi kararlarının sonuçlarını yaşamak,
  • “biz yaptık” demenin keyfi…

😛

Grup çalışması ve/veya küme ödevi  kabul edilmiyor… Tek başına katılmak gerekiyor. Proje veya fikir yarışması değil. Yetenek aranıyor. O fikrin geldiği yerde, daha niceleri vardır diye…

Dolayısıyla birey olmak gerekiyor.

😛

Bekliyoruz… Heyecanla…

😉

Ek: Young Guns hakkında yazılar:


25 Mayıs 2009 Pazartesi

Anlayışlı stajyer

Friendfeed’de staj konusunda bir tartışma okudum. Yine anılarım depreşti…

İster sadece yaz döneminde stajyer olarak gelsin, isterse stajyer memur sıfatıyla 3 aylık deneme süresinde olsun, işe yeni başlayanlarla şahsen ilgilenmeyi tercih etmişimdir.

Bir ara, arkadaşlar yeğenlerini veya çocuklarını yanımda staja göndermek istemişlerdir.

Bunlardan çok iyilerini de gördüm. Stajyer olarak başlayıp, Bölge Müdürü olanı da vardı.

😛

Stajyerlerden biri, uzun yıllar boyunca anlatılmaya hak kazanmıştır.

Bir sabah baktım, sakal tıraşı olmadan gelmiş. Yüzünde de akşamdan kalma ifadesi… Yanıma çağırdım.

  • Bazı mesajları doğrudan vermenin sert olacağını düşündüğümden, dolaylı anlatmaya çaba sarfederim.

Bir yandan, çekmecemdeki acil durum çantasını masama çıkartırken, diğer yandan da anlatmaya başladım.

“Bir aya yakın zamandır gördüğün gibi, her sabah tıraş olup da gelirim. Buna rağmen, eğer sabah tıraş olamaya fırsat bulamazsam diye, benim çantamda her zaman bir tıraş bıçağı vardır.”

Daha cümlemi tamamlamadan elimde tuttuğum “yedek” tıraş bıçağını aldı ve “Teşekkür ederim Uğur bey” diyerek lavaboya doğru gitti…

Tüm ofistekiler de benimle birlikte baka kaldık…

😛

Öğleden sonra saatleri… Rehavet çökmüş biraz. Stajyer,  koltuğunda kaykıldıkça kaykılmış. Neredeyse yatar pozisyona kadar gelmiş.

  • Dedim ya… Bazı mesajları dolaylı vermek isterim.

Yanına gittim. Tepesinde durdum ve…

Çay, kahve falan ister misin?” diye sordum.

– Teşekkür ederim Uğur bey, az önce içtim.” dedi…

Duruşunu değiştirmeden…

Hiç bir şey söylemeden yerime döndüm… Ömer Seyfettin‘in “Nadan” isimli öyküsünü hatırladım. Bir kez daha…

😛